1991 yılında Bolu’ da dünyaya geldim. İlkokula başlamamla birlikte yerleştiğimiz Ankara’ da üniversite yıllarıma dek yaşadım. Lise ikinci sınıfta okumaya karar verdiğim psikoloji bölümü üniversite için tek tercihimdi. Yakınlarım yaptığım dört psikoloji tercihi dışında başka bir bölüm yazmayışıma hayretle şahitlik ettiler. Dönemin başörtüsü yasakları da üniversite tercihlerimin çeşitliliğine izin vermiyor olsa da psikoloji okumaktaki ısrarcılığımı hatırlayınca aklıma hep Nuri Pakdil’ in sözleri gelir;

“Ben, bir şeyi hiç mi hiç az sevemedim, hele orta hiç sevemedim
hep çok sevdim
arkadaşlarımı da çok severim
yeryüzüne biterim
eve portakal aldığımda kasayla alırım, dayanamayanlar çürür.”

Lisans eğitimim sürecinde büyük bir hayal kırıklığıyla idrak ettim ki psikoloji lisans eğitimi kişiye psikolog ünvanı veriyor ve fakat kişiyi psikoterapist yapmıyor. Psikoterapist olmak başlayan ama bitmeyen, yıllarca süren eğitimleri ve süpervizyonları içeren başka bir yolculuk.

Benim de yolum çoğu yeni mezun psikolog arkadaşım gibi anaokulu psikoloğu olmaktan geçerken bir yandan klinik psikoloji yüksek lisans eğitimime başladım. Yüksek lisans kapsamında süpervizyonlarımızı yürüten hocamız terapilerimize başlama konusunda bizi oldukça teşvik etti. Bu vesileyle terapi odasına erkenden adım atarak kariyerimde şanslı bir başlangıç yapmıştım. Kendisine ayrıca şu sözleri için hep minnettar kalacağım; “Terapi, en nihayetinde insan insana bir ilişki. İlişkiyi kur, orda ol ve olacakları gör.” Nihayetinde çok arzuladığım terapist olma yolculuğum başlamıştı.

Yüksek lisans yıllarında eğitimini aldığım Bilişsel Davranışçı Terapi ekolüyle ilerlerken, travmaya ve travma sonrası büyüme konularına gönlümü kaptırmıştım ve yüksek lisans tezimde travma üzerine çalışmak istediğimden emindim ayrıca yaratıcının benim hikayem için henüz bilmediğim planları vardı.

Lisans eğitimimin son döneminde evlendim ve yüksek lisansın ders dönemini ilk kızımın gebeliğiyle geçirdim. Gebeliğim ağır preklampsiyle aniden neticelendi. Bu da hikayemi prematüre bebeklere, riskli gebelik süreçlerine, lohusa depresyonuna ve tabi ki bağlanmaya ve travmaya götürdü. İleriki yıllarda prematüre bebek anneleriyle, riskli gebelik/doğum süreçleri geçiren ebeveynlerle, doğum sonrası depresyon yaşayan kadınlarla çalışırken bu damdan düşme halinin bana kattıkları çok oldu. Bu konularda çalışırken en fazla başvurduğum metod olan EMDR eğitimine de o sıralarda kabul edilmiştim. Alet çantasında birden fazla eğitim olan her terapistin bir göz bebeği vardır. Benim gözbebeğim de EMDR olmuştu. Bir yandan kendi sürecime psikodramayla başladım. Psikodrama bana çok şey kattı ama birlikte hikayemiz kısa sürdü.

Gebeliğimde aldığım bir başka eğitim de oyun terapisi eğitimiydi. Oyun terapisti olarak uzun süre çalıştıktan sonra çocuklarla çalışmayı bırakıp yalnızca anne – babalara ve yetişkinlere yöneleceğimi henüz bilmiyordum. Oyun terapisi ve çocuklarla çalışmak bana yetişkin terapi seanslarımda büyük katkı sağladı. Nihayetinde hepimizin içinde taşıdığı yaralı çocuk yanlarımız vardı ve yetişkinler de terapi koltuğuna oturduğunda içlerindeki bu yaralı çocukları iyileştirmek için seansa geliyorlardı. Edip Cansever’ in dediği gibi,

“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.”

Çocuklarla çalışmayı bırakıp yalnızca ebeveynlere odaklanmamın hem profesyonel hem kişisel olmak üzere, iki sebebi var. Oyun terapisi seanslarımda gördüm ki çocuğun iyileşmesi ebeveynin iyileşmesinden geçiyor. Öte yandan artık anne olmuştum ve ebeveynlikle ilgili tetiklenmeler (ki ben onlara hep zorunlu büyümeler derim) dört bir yanımı sarmıştı ve ancak ben o tetiklenmelerle ilgili içsel çalışmamı yaptıkça çocuğumla ilişkim güçleniyordu. Nihayetinde o tertemiz ve yüksüz olan, ben yüklü ve yaralı olandım. Ayrıca yetişkin olarak iyileşmenin sorumluluğu önce bendeydi. Bu da beni yine bizzat damdan düşen biri olarak iki özel ilgi alanımla çalışma lütfuna götürdü; çocukluk çağı travmaları ve ebeveynlik süreçleri/ ebeveynlikteki zorlanmalar, tetiklenmeler. Çocukluk çağı travmalarımdaki damdan düşme halimi çok açmadan şu üç kelimeyle özetlemek isterim, doksanlarda çocuk olmak…

Bir yandan akademideki hikayem devam ediyordu (yakınlarımın korkusu o ki, bir ömür devam edecek). Yüksek lisans tezimi prematüre bebek anneleri üzerine yaptıktan sonra klinik psikoloji doktora programına başladım. Doktora sürecini bilenler bilir, ders ve tez dönemi ortasında yeterlilik sınavı mevcuttur. Yeterlilik sınavı oldukça zor bir sınavdır ve benimki de tam pandemi sürecinin başına denk gelmişti. Pandeminin getirdiği belirsizlik ve yeterlilik sınavının getirdiği kaygıyla ilk panik ataklarımla tanıştım. Daha evvel birçok panik atak veya kaygı bozukluğu yaşayan kişinin sürecine terapist sıfatımla eşlik etmiştim fakat dediğim gibi, damdan düşmek bambaşka perspektifler kazandırdı. Şu an konu üzerine bir doktora tezi yazıyorum.

Hikayemdeki örüntüleri farkettiniz mi ? Doğrusu ben de bir kısmını bu yazıyı hazırlarken farkettim. Benim de başıma hepimize olduğu gibi “hayat” geliyor. Zorlanıyorum, kırılıyorum. İçsel çalışmayla, terapi ve çeşitli yardımcı araçlarla bu kırılmalar ve zorlanmalar bir ürüne dönüşüyor. Herkesin ortaya çıkardığı bu ürünler çeşit çeşit elbette. Benimki belli ki akademik çalışmalar ve başka yaralı insanlarla çalışmak olmuş. Hepimiz için bu şans var. Zorlandığımızda, travmatik olaylar yaşadığımızda, başımıza bizim kontrolümüz dışında bir şeyler geldiğinde iki seçenek var. Dilerim siz ve ben, bunları iyileşme yolculuğuna dönüştürmeyi seçenlerden oluruz.

Şu sıralarda, aşağıdaki çalışma alanlarında dünyanın dört bir yanından danışanlarıma online olarak eşlik ediyorum ve birlikte “insan insana bir ilişkiyi” deneyimliyoruz. Bugünkü sorunların geçmişteki kaynaklarının tespit ve iyileşmesine çalışıyoruz. Kırıldığımız ve zorlandığımız yerden büyümenin yollarını arıyoruz.

  • Depresyon,
  • Kaygı Bozuklukları, Panik Atak, Sosyal fobi vb.
  • Öfke ve stres yönetimi,
  • Duygusal yeme,
  • Travma,
  • Çocukluk çağı travmaları,
  • Ebeveynlik sürecindeki zorlanmalar ve tetiklenmeler,
  • Riskli gebelik süreci ve sonrasındaki zorlanmalar,
  • Prematüre bir bebeğin veya küvözde kalan bir bebeğin ebeveyni olmak konusundaki zorlanmalar,
  • Doğum sonrası depresyon,
  • İlişkilere dair problemler,
  • Varoluşsal zorlanmalar,
  • Sınav kaygısı,
  • Akademi hayatındaki zorlanmalar ve yetersizlik hisleri,
  • Kadın kimliğiyle barışma konusundaki zorluklar.